24 Ekim 2019 Perşembe

Yüzyıllık Köprü

Kızılay' da bir köprüydüm bugün
Bir gömleğin düğmesini andırıyordum
Geçmiş ve gelecek caddelerin tümünü
Birbirine bağlıyordum
Üzerimde yaşlanmış bir anne
Islanmış elleriyle
Ekmek tutmak gibi bir derdi taşıyordu
Sırtındaki yük
Kamburunda ağırlaşıyordu
Bakışının düştüğü yerde karınca çığlıkları
Geçip karşısına gözlerinin
Düştüğü yerden kaldırıyorum
Neredeyse göğün göğsüne indirecek bakışlarını
Beyaz beyaz kar yağacak kuru çöllere
Ve deniz hasretiyle yanan kurak gönüllerin
Kirini yıkayacak

Az ileride bir amca
Sıcaktan buğulanmış gözlükleriyle
Kucağında kırmızılı beyazlı
Güller taşıyordu
Gül bahçeleri ihtiyar düşlerinden
Dışarıya taşıyordu
Ve dikenleri eline yüzüne
Bulaşıyordu
Köprümün ayağında iki serçe göz göze geldi
Serçenin içinde kıpırtı
Ekmek bulsada çekingen bulamasada
Çaresiz bir kırıntı ile yaşama alışıyordu

Köprüydüm caddeleri birbirine bağlayan
Ucumdan az buçuk güneş damlıyordu
Peşinden gittim gün ışığının
Niyetli bir tavşan
Kulaklarıyla beni ulusa ulaştırıyordu
Yağmurlara karıştı adımlarım
Adımlarım akıyordu
Sularım üzerinden geçtiğim
Soğuk kaldırımları yakıyordu

Kötürüm kalmış bir yerdi
Boş  bir kefendi
Bir seslenişti duyduklarım
İçime atıyordum
İşte çatısına kuşlar konan heykel
Kefenimdeki leke
Dudağımdaki hançer
İşte tüfeğimin namlusundaki isyan
İşte bir bedbaht düşünce anadan üryan
İşte çığlığımın aziz telaşı
İşte köprümün temelindeki emel
Meydanımda bir çocuk meye alışıyordu
Bir çocuk köprümün basamaklarından
Bir ulusa bakıpta kendisi sanıyordu

Bir köprüydüm kızılayda
Ulusunu düşleyen
Bir titrek mandanın sırtında yaşıyordum
Ayakları titriyordu mandanın ayakları
Ayaklarımla aklımı
Karıştırıyordum
Bir köprüydüm Kızılay' da, meydanda
Bir ihtiyarın ellerindeki gülde
Bir annenin gençliği hayal ettiği günde
Bir serçenin kırıntıya muhtaçlığında
Ve bir ulusun taşlaşmış kel açlığında
Yaşlanmaktan öte bu ıslak gözlerle
Sırtımda ekşi bir duvar taşıyordum
Ve evet hala yaşamak sayılıyorsa ölmemek
Yaşıyordum

9 Ekim 2017 Pazartesi

Uyuryaşar!

Ölmediğim günlerde uyuyordum. 

Bildiğim tüm dehlizlerin diplerinde

Salyangozlardan geriye kalan artıkların

Kokuşmuş yaşama hallerinden iğrenerek

Düşlenmiş tüm yaz günlerinde

Denizin tuzuna

Basarak yaralarımı

Ölmeye çalışıyordum. 

 

Sen sabahın ışıklarına benim gibi bakarsan

Aslında sana bakanın ışıklar olduğunu göreceksin

O sonsuzluğun sonundaki kibirli meşalede

Yanan yangının 

Tuzun

Yaranın

Sardığı öfkeyi, nefreti, en kıymeti kalmayan ve erken ölümle sonuçlanan 

Hisleri bulacaksın

 

Bir bankım Beşiktaş sahilinde

Nerudanın ağzından dökülen bir şiirde geçtim diye

Onu sevmeyenler tarafından kin beslenirken

Sıfırbilmemkaçlı saatlerde

Başka bir şeylere özeniyor olmanın 

Nerudanın kelimelerinden aşağılık

Ve dindar olduğunu anladım. 

 

Kamburdum Pariste ve sırf öyleyim diye

Yaşama hakkı kendine atılan ekmekleri yemekle sınırlı

Yağmursuz fırtınasız denizlerde

Yalnız bir damla gibi bütünden uzak 

Titrek bir manda gibi himaye edilen 

Bir martıdan hallice 

Terk edilen büyük ve boş bir hücreyim 

Suçlular, çingeneler, açlıktan ölmeyenler,

Kirli suyun tadını alan tüm canavar yürekliler

Konakladılar bende

Ben onların bile terk edip kalamadığı bir şeyim dedim. 

Ölmedim.

 

Hakikati bir yunus balığının öldürülüşünde gördüm

Güzel şeylerin yaşamaya hakları yoktu

Kanalizasyonları denize bağlamıştık

Su boruları iltihap dolu

Boğazım İstanbul gibi geçişler ücretli 

Dönüşler sırf yine gel diye 

Bedava!

İstanbul öyle ya 

Evsizlerin evi. 

 

İçme diyorlar.

İçmezsem nasıl dönecek ki Dünya

Nasıl öleceğimi bilerek 

Ve her gün sağanak ölümlerle

Dökülerek kanalizasyonlardan 

Neruda yı sevmeyenlere doğru sürükleneceğim. 

Boğazım geçen olmayınca anlamsızlaşacak

Yüreğim ağırlaşacak 

Çürümüş hayallerin kokularını duyacağım

İnsan gibi hissedecek

Ağlayacağım 

Ölemiyor olduğumu hatırlamak mı

Sırf doğmasın diye perde arkasında geçirdiğim onca günün yalnızlığına

Uğruna can verilecek gözyaşıma

İhanet ettiğimi

Köpürükler çıkan ağzımı

Bir köpeğin salyalarıyla iyileşecek yaralarımı göreceğim. 

Gözlerimin rengi yine ortaya çıkacak yine bırakıp herkesi

Kendimi kandıracağım. 

 

Ölmedim işte, sadece uyuyorum

6 Kasım 2015 Cuma

Re 1

Zaman denen şey elimden düşüp kırıldı. Her parçası aynı bütünün adıyla hesaplandı. Yedi mevsim olsa keşke bir sene.. Mekan doğru buradayız ama burası hangi parça, nerede benim çelik zırhlı çatalım. Neredeyim, ne zamanım?

Etraf karanlık. Hava sabaha çalıyor. Daire daire yanan sokak lambalarına dalıyoruz. Hayal dünyamız geniş, gözlerimiz var, hayal güçlüyüz. Az ileride bir ağaç cesedi görüyoruz. Üzülüyorum, saçlarımı okşuyorsun. Güneş uzak tepelerin göğüs uçlarına ısırık atıyor. Ben emmek için gün ışığını bekliyorum. Sen güneşten daha sıcaksın, sarılıyorum. Soğuk, dalga dalga kırılıyor. Aydınlanıyor gün. Biz kayboluyoruz. Biz ve tüm o sokak lambaları..Netiz. Gece gibi görünmüyoruz. Sıfırüçlü saatlerin dinginliğine sığınıyoruz. Kaçıp kaçıp gündüzden aynı yere geliyoruz. Günahlarımızın üzerinde bir yorgan sıcağı, damağımızda kalıyor gölgelerimiz. Senin gözlerine düşüyor benim gölgem. Küfrediyorsun. Sana yakışıyor, ben çirkinleşiyorum. Yaldızlı mum heykelleriyiz, parlaklığımız yıldızlardan geliyor. Uzak yıldızlardan sebepsiz düşüp duruyoruz. Asfaltsızız, sadece düşüyoruz. Ben susuyorum, sen uyuyorsun. Kozmos içerisindeyiz. Usuldan kayıyoruz. Karanlığı yaşayarak, şafağa gebe kalıyor gibiyiz. 


İngiliz' in Şey' i

Bu his dedikleri ne değişik şey, öyle ki başka bir dünyaya ait gibi geliyor. Sanki sonsuz olmuş bir şey. Bu aralar ne çok şey diyorum. İngiliz olsam thing diyecektim. Geçen gün az kalsın ölecektim, kelime okyanusuna düştüm. Boğulmamak için can simitlerine tutunmak istedim. Fakat tüm simitlerin martılar için atıldığını fark ettim. Bunun üzerine insanlar için neden simit atılmıyor diye belediyeye dava açtım ki onlar da biz bu işlere bakmıyoruz diyerek deniz sahaları yönetmeliği gereği beni sahil polisine yönlendirdi. Polis nasıl olur da yüzmenin suç olduğunu bilmezsin diye uzun uzun fırçaladı beni! Ben de fırçayı duyunca ben fırça bilmem, elimden gelmez dedim. Sonra dilimizi anlamıyor deyip beni turist zannettiler. Akabinde, ortakları olmadığı için tek başına çalışan bir komiser sınır dışı edilmem hususunda  hüküm verdi. Verin dedim, elinizde ne kadar hüküm varsa verin. Ben hükümsüzüm ya! Sanıyorum ki bu vesile ile benim de bir hükmüm olacak.

Sonra sayım var dediler nezarethanede geçen ilk gece, o zaman da şaşırmış gibi falan yaptım. Yeni olduğum hemen belli olsun istedim. Çünkü herşeyi eskilere soruyorlardı. Bense eski nedir yeni öğreniyordum. Eskiyorum, bir süre sonra eşya gibi oluyorum. Bir yatak, bir ev gibi kiralanıp yabancı bedenler tarafından ıslatılıyorum. Islak ıslak sevmek istemiştim fakat üzerinde sevişilen bir şey oldum.

Beni Montrö boğazlar sözleşmesi gereği usulüne göre(!) Rus gemilerine yerleştirdiler. İyi de dedim neden sözleşmeyi İngilizce yapıyoruz ? Onlar da biz genelde böyle yaparız dediler. Onlar. Yani bizçokkalabalığız diyenler yani azkalmanıntadınıhiçöğrenememişler. Oysa ben az kalsın boğulacaktım. Beni kurtarmasalar ölecek ve sonsuz olup duygunun kaynağına gidebilecektim. Hem vize de istenmeyecekti benden. Dünya kelimelerinde boğulduğum için Dünya vatandaşı sayılacaktım.

Bu gümrük yeri de ne sıkıcı bir yermiş yahu! Memur dedikleri kimseler var, sınırdışı edileceğin için pasaport türü bir şeye ihtiyacın var diyorlar. Hayır dedim Memur Bey orada yanıldınız. Hem de bir memur olduğunuz halde yanıldınız. Uyanmaya ihtiyacım var benim pasaporta değil! Kelimelere, hatta boğulmaya yahut bir ülkeye ait olmaya veya ait olduğum bir ülkeye gönderilmeye ama en çok da uyanmaya ihtiyacım var dedim. Uyandırmadılar,

Sonra bir gün hepsinin boş bir rüya olduğunu anladım. Bu uyandığım zamandı. Ölmek gibi bir zamandı. Hava yine sıcağın altında soğuktu. Balkanlar yine soğuktu. Sovyetler, Amerika falan hep soğuktu. Biz ise o kadar soğuk değildik ancak en çok da biz üşüyorduk. En çok da ben. Ellerim üşüyor dedim duygulu bir sesle, bir ses ellerin kırılsın dedi. Kırılmadılar, Fakat içimde kırılan bir şeyleri takip ettiler. Ellerime siz polismisiniz, müfettiş, dedektif gibi birşey misiniz diye sordum. Yok dediler biz senin falan değiliz. Bağımsızlığını ilan etmiş birşeyiz. Sadece ne olduğumuz tam belli değil. Bir "Şey" lerin yerine thing kullansaydın belki böyle  olmazdı. Daha birşey gibi olurduk ama olamadık işte, hem de senin yüzünden, hepte senin yüzünden..

Yüzüm buruştu be sizden dedim, baksanıza şimdi ne biçim Ellerim..

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Atacama Çölü

Böyle uzatmışım ayaklarımı doğan güneşe doğru
El sallıyorum geç kalan yarınlara
Geceden kalan dünyamın başı dönüyor
Süresiz zaman dilimlerine batırıp çelik zırhlı çatalımı
Bir dilim götürüyorum ki ağzıma
Tadından yenmiyor


Bir bulut mutlu hikayeler anlatıyor
Yüksek bir dağın zirvesinde seviştiği gökyüzünü
Taze dorukların ıslak esintilerini
Atacama çölüne beslemekte olduğu hasreti
Coşkuyla karşılandığı Amazon gecelerinden sonra
Buruk bir keyifle okyanuslara damlatıyor


Güneş sarartıyor bulutun dişlerini
Yeryüzü bir bardak çayın
Esmer şekerini andırıyor
Uzuyor sabahın sevimli yüzü
Sivri çenesi yedili saatlerde
Gözlerime batıyor.